Türkiye Komünist Partisi Merkez Komite 90. Yıl Tezleri

1. Türkiye Cumhuriyeti’nde sınıflar mücadelesi

1.1 Türkiye Cumhuriyeti hangi koşullara doğdu?

19. yüzyılda Osmanlı toplumu çelişkili bir süreç yaşadı. Toplumsal ilerle­meye bağımlılaşma eşlik etti. Osmanlı devleti, modernleşme yoluna batılı büyük güçlerle arasındaki rekabette geride kalışını telafi etmek için de gir­mişti. Sonuç bu sorunu gidermek bir yana, bağımsız bir devlet olarak bile varlığının gölgelenmesi olmuştur.

Giderek emperyalist Batı, Osmanlı’nın nüfuz alanlarını kapsayan geniş ve son derece stratejik bölgeyi doğrudan yöneteceği bir modeli benimsedi. Türkiye, işte bu emperyalist projeyi reddeden bir ulusal kurtuluş savaşının ürünü olarak kuruldu.

Her ulusal süreç gibi Kurtuluş Savaşı da belirli bir sınıfsal karaktere sahipti. Siyasal önderlikle belirlenen bu karakter, tartışmasız biçimde burjuvadır. Türkiye’nin genç yeni burjuvazisi bağımsız devlete giden sürecin önder ve yönetici gücü olmuş, yeni devlete de sınıf karakterini kazandırmıştır.

Dünya kapitalizmine entegre olmak yönünde bir içgüdüyle hareket eden burjuvazinin kararlı anti-emperyalist bir çizgiye sahip olma olasılığı zaten sı­fırdı. Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in diğer kusurları da bununla ilgili­dir. Halk kitlelerini emperyalizme ve eski egemen güçlere karşı seferberliğe geçirmek yerine politik-diplomatik dengeler üstünden yol almayı önemse­miştir burjuvazi. Yeni Türkiye, eski düzenin egemen sınıflarını ve onların ge­rici ideolojilerini silip süpürmek bir yana, bir an önce kitlelerin pasifize ola­cakları bir statükoya dönmeyi arzulamış, eski egemenler ve ideolojileriyle uzlaşma aranmıştır. Her burjuva devrimine içkin olan geçici ilerici karakter bir yana, Türkiye’nin kuruluşuna devrimci ve radikal bir nitelik kazandıran, büyük ölçüde, emperyalizmin ülke ve toplumun üstüne koskoca bir çizik atma kararına duyulan tepki ve Sovyetler Birliği ile ittifak zorunluluğudur. Kuruluş sürecinde bu nitelikler hızla silikleşmiştir.

1.2 Türkiye Cumhuriyeti neden bir tarihsel ilerlemeydi?

Emperyalizm olgusu, dünya kapitalist sisteminin gerici, baskıcı, militarist, yayılmacı eğilimlerinin başat hale gelmesi anlamını taşır. 19. yüzyılın ortala­rına kadar eski düzeni değiştirme, insanlığı özgürleştirme güdüleri belirgin olan burjuva devrimi, bir dizi sancı yaşadıktan sonra, emperyalist evreyle birlikte eşitlik, kardeşlik, özgürlük ve adaleti bir kenara bırakmıştır. Dünya savaşı ve bunun sonunda Türkiye’nin işgal edilmesi bu değişimin en önemli halkalarından birini oluşturur.

Türkiye Cumhuriyeti bu eğilime meydan okumak anlamına geldiği için başlı başına bir ilerlemedir.

Gericileşmeye asıl köklü itirazı Rusya emekçileri yükseltmiş, 1917’de Bolşe­vik partinin önderliğinde Büyük Ekim Sosyalist Devrimi gerçekleştirilmiştir. Konjonktür ister istemez Türkiye ulusal kurtuluş sürecini ve Rusya’nın sos­yalist iktidarını yan yana konumlandırdı. Türkiye Cumhuriyeti’nin hamurun­da bu harç vardır. Burada büyük bir ilerleme olduğu açıktır.

Türkiye’nin, yüz yılı aşkın geçmişe sahip modernleşme mücadelesi bu döne­meçle birlikte eşik atlar. Söz konusu toplumsal dönüşüm feodal, cemaatlere dayalı, sanayiyle tanışmamış, dinsel ideolojinin ağırlık taşıdığı, monarşik bir eski rejimin tasfiyesine yöneliktir.

Kendisi de bir sömürü düzeni olan kapitalizmin insanlığı taşıdığı modernlik durumu, topraktan ve beylerden özgürleşen emekçiler, dinsel değil medeni bir hukuk, cemaatlere bölünmeyen ve ulus olarak birleşerek eşit bireyler­den oluştuğu ilan edilen bir halk, kaderi belirlenmiş bir tebaa yerine hakları olan ve geleceklerini kendi ellerine alan yurttaşlar, modern sınıfsal dinamik­lerin önünün açılması, devlet olarak siyasal bağımsızlığın çok daha gelişkin bir toplumsal zemin üstünde tanımlanması, bilimsel düşüncenin alanının genişlemesi, sağlık, eğitim başlıklarında kitlelerin kaderlerine terk edilme­sinin yerine kamusal sorumluluğun gelişmesi gibi son derece önemli bir dizi tarihsel ilerlemeyle tanımlanır. Kurtuluş ve Cumhuriyet Türkiye halkına bunları vaat etmiş ve bir bölümünü toplumsal yaşama sokmuştur.

Sol ve emekçiler tereddütsüz biçimde monarşi yerine cumhuriyetin, taas­sup yerine bilimselliğin, laikliğin, bağımsızlığın safındadır. Dahası, emekçile­rin haklarını çoğaltmaları ve eşit, adil bir toplumsal düzen olarak sosyaliz­min mümkün hale gelmesi için böyle bir altyapı gereklidir. Gerçek bir eşitlik ve özgürlük için mücadeleye atılacak emekçilerin, öncelikle kendilerini kul saymamaları, iktidar yetkisini tanrısal güçlerden aldığını iddia edenlere kö­leliği kabul etmemeleri gerekir.

1.3 Komünistler ve kuruluş

Türkiye komünist hareketi işte bu kurtuluş mücadelesinin içine doğdu. Dö­nemin komünistleri tereddütsüz emperyalizme karşı bağımsızlık kavgasını desteklediler. Desteklemenin ötesinde, komünist hareket başından beri ulusal kurtuluş mücadelesinde kendi perspektifine sahip ayrı bir güç olarak yerini almak istedi.

Bu yıl doksanıncı yılını kutlayan Türkiye Komünist Partisi 10 Eylül 1920’de Sovyet Rusya topraklarında, Bakü’de kuruldu. Parti ülkenin ilerici ve yurtse­ver geleneklerinden süzülüp gelen, Ekim Devrimi’nin etkisiyle Marksizmle tanışan etkin aydınlarından, savaş sırasında Rusya’da kalmış Osmanlı esir askerlerinden, Anadolu’nun birçok yerine dağılan irili ufaklı komünist odak­lardan oluşuyordu. Kuruluş kongresini izleyen süreçte partinin gündeminde ülkeye dönüşü örgütlemek birinci sırada yer aldı.

Genel Başkan Mustafa Suphi, Genel Sekreter Ethem Nejat ve çoğu Merkez Komitesi üyesi yoldaşları dönüş yolculuğunda alçakça katledildiler. Detayla­rı bir yana, katliamdan çıkan sonuç, Türkiye’nin bağımsızlığa ve cumhuriye­te güçlü bir sol’dan yoksun ilerlemesidir. TKP’nin kanla boğulmak istenmesi, kurulmakta olan burjuva Türkiye’nin emperyalizm ve gericilikle uzlaşmasıy­la, yoksul halk kitlelerinin mücadeleye aktif katılımını reddetmesiyle birlik­te düşünülmelidir.

Bu yönelime karşın TKP, Cumhuriyetin kritik bir tarihsel ilerlemeyi temsil ettiği konusunda kuşkuya kapılmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği ile aktif ittifakı Kurtuluş Savaşı’nın belirli bir döneminde gerçekleş­miş, ancak dostluk ilişkisi genel olarak İkinci Dünya Savaşı’nın şafağına ka­dar dalgalanarak sürmüştür.

Bu uzun süre boyunca komünist hareket sürekli baskılanmıştır. Bütün bas-kılara karşın Türkiye’nin ilerici sanatçı ve aydın birikiminde komünist etki asla çıkartılamayacak ölçüde iz bırakmıştır. Uzlaşmacı ve dengeci bir burju­va devriminin asla üretemeyeceği nitelik ve nicelikte aydınlar var olmuşsa, burada komünizmin katkısı açıktır. Aynı durum belli ölçülerde işçi sınıfı ha­reketi açısından da geçerlidir.

Emekçilerin mücadele tarihinde komünist etkinin ihmal edilmesi mümkün değildir. Kuşkusuz tarihimiz kusursuz ve mükemmel olmaktan uzaktır. Ko­münist hareketin bir tarihsel ilerleme olarak Cumhuriyetin hakkını vermeyi ve bir sömürücü düzen olarak yeni kapitalizme karşı mücadeleyi yükseltme­yi içeren denkleme her zaman sağlıklı, bütünlüklü ve etkili bir çözüm ürete­bildiğini söyleyemeyiz. Ancak bu tarihin genel olarak onurlu ve devrimci bir arayışın tarihi olduğu açıktır.

Türkiye solu hiçbir durumda tarihsel ilerlemenin geri döndürülmesini savu­nan fantezilerin egemenliğine girmemiştir. Öte yandan komünist hareke­timizin Cumhuriyetin kazanımlarının yeterli olduğunu düşünerek bunlarla yetinen bir bakış açısına çekildiği de iddia edilemez. Komünizm cumhuriyeti sahiplenirken, kapitalizmin cumhuriyeti içten içe çürütmesine karşı uyarı ve mücadele görevini unutmamıştır.

1.4 Kapitalizm cumhuriyeti nasıl kemirdi?

Aydınlanması sınırlı ve dinsel ideoloji ve kurumlarla uzlaşmacı bir düzen. Bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim. Halkçı demagojisi bol, ama halkı harekete geçirmekten özenle kaçınan bir sistem. Bunların sonu­cu olarak gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik. Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak ye­rine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus­devlet...

Bu tuhaf tablonun adı kapitalizmdir. Geç gelişen, devrimci ve aydınlanmacı olamayan kapitalistleşme süreçlerinin tipik görüngüleridir bunlar. Kapita­lizm, Cumhuriyeti on yıllar boyunca kemirmiştir.

Buradan biricik gerçekçi çıkış yolunu bu on yıllar boyunca komünistler gös­termiştir. Egemen güçler ülkeyi Batı tipi bir rejime benzetmek için uğraşır­larken, önceki yüzyılda Osmanlı’nın yaşadığı film tekrar izlenmek zorunda kalındı. Dünya ile rekabet edebilmek için kapitalizmin organik parçası hali­ne gelmek gerektiğini düşünen egemenler, bir süre sonra bu uğurda bütün tarihsel kazanımların altının oyulmasına da neden oldular. Nasıl Osmanlı bağımlı bir modernleşmenin sonunda parçalanıp doğrudan el konabilecek hale geldiyse, Türkiye de benzer bir süreç yaşadı.

Bu koşullarda Türkiye’nin bugün bağımsızlığı önemsiz ve emperyalist mer­kezlerin istemleri dışında adım atması imkansız, laikliği bir tarafa bırakılmış, sosyal niteliği islami cemaat ve tarikat ağlarına teslim edilmiş, her düzeyde tarikat koalisyonları tarafından yönetilen bir ülke haline nasıl geldiğine şa­şılmamalıdır. Asıl sorulması gereken, Türkiye’nin resmen bağımsız ve laik bir ülke olarak varlığını bunca zaman nasıl koruduğudur!

Bu sorunun yanıtında bir kez daha sol vardır, komünizm vardır!

Türkiye’de Cumhuriyet bağımsızlık, laiklik ve hukuksallıkla birlikte tanım­landı. Her biri kapitalizm çerçevesinde ortaya çıkan bu tanımlayıcı öğelerin yaratıcısı ve yazıcısı sol olmamakla birlikte, ülke içinde bunların takipçisi, sahiplenicisi, gerektiğinde her tür bedeli ödeyerek mücadelesini yürüten güç hep sol olmuştur. Solun mücadelesinin olmadığı, aydınlar ve emekçi­leri etkilemediği, egemen güçleri serbest bıraktığı bir Türkiye bunca zaman Cumhuriyetçi kalmak için yeterli dinamizme sahip olamazdı. Komünizm egemen güçler tarafından sürekli bölücülük ve yıkıcılıkla suçlanmış, oysa komünizm Cumhuriyet kazanımlarını korumak ve geleceğe taşımak konu­sunda birleştirici ve yapıcı bir tarihsel eylemi sürdürmüştür. Bugün Cumhu­riyetin çöküşü ile geçmişten beri solu zayıflatmak, komünizmi yok etmek adına yürütülen politikalar arasında neden-sonuç ilişkisi vardır.

Benzer bir ilişki uluslararası ilişkiler alanında da geçerlidir. 19. yüzyıl sonu­ 20. yüzyıl başında ülkemize el koymaya karar veren emperyalistlerin 1920’lerden itibaren bağımsız bir devletin varlığını sineye çekmelerinin nedeni ilk sosyalist devlet olarak Sovyetler Birliği ile doğrudan ilgilidir. Emperyalizm, bağımsız Türkiye’yi sıkıştırdığı takdirde Ankara-Moskova dostluğunun köklü bir ittifaka dönüşeceğinden endişe ederek, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına ödün vermiştir. Daha sonraları, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist-kapitalist sistemde yerini sağlamlaş­tıran, 1950’lerde NATO’ya giren Türkiye ise, artık emperyalizmin ileri ka­rakoludur. Emperyalizm ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye SSCB’ye ve komünizme karşı mücadele nedeniyle gereksinim duymuştur.

Bu koşulların ilki 12 Eylül 1980’de solu yok etmek için girişilen huruç ha­rekatıyla ortadan kaldırıldı. Türkiye solu Cumhuriyetin kazanımlarının et­kin savunucusu olamayacak kadar güçten düşürülmüştü. İkinci koşul ise 1990’larla birlikte geçersizleşti. Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı yürüttükleri mücadelede bir ihanetler ve karşı­devrimler zinciri sonucunda yenilgiye uğradılar.

Artık ne emperyalistlerin kendi ayakları üstüne basan bir ileri karakola ihti­yaçları vardı, ne de içerde tarihsel ilerlemenin tasfiyesine engel olacak bir sol mevcuttu.

1.5 12 Eylül’ün tarihsel anlamı ve bugüne etkileri

Önce halkı risk faktörü sayan, kitlelerin devrimci değişimler doğrultusunda harekete geçmesi yerine gericilikle ve gericilerle, emperyalizmle işbirliğini tercih eden kapitalist Türkiye bir yandan da gelişti ve toplumsal gelişmeyi, işçi sınıfının ağırlığını, aydınların birikimini arkasına alan sol 1960’lardan iti­baren ülkenin gelecek umudu, halkın vicdanı oldu.

12 Eylül parlamentoya karşı düzenlenen sapkın bir askeri darbe sayılamaz. 12 Eylül, her şeyden önce, Türkiye kapitalizminin kendi varlığını garantiye alabilmek için ilericiliği toptan tasfiye kararıdır. Bu darbe sadece askeri de­ğil, aynı zamanda sınıfsaldır. Bu darbe hem ABD hem Avrupa emperyaliz­mini arkasına almış, her boy ve her türden gericiyi heyecanlandırmıştır. Ve 12 Eylül, sınıf temeli belirsiz bir asker vesayetinin değil, piyasanın önünü açmıştır.

Dengeler de o gün değişmiş, Cumhuriyet altmış yıla yakın süren tarih dilimi­ni kapatarak otuz yıllık bir çöküş sürecine girmiştir.

Bu süreçte, daha önce solun ve ilerici değerlerin damga vurduğu tarihsel ilerlemenin faşizm tarafından güvence altına alınabileceği fantezisi bile öne çıkabilmiştir. Cumhuriyet törenleri 12 Eylül faşizminin mirası gereği, Kürt düşmanı, ırkçı, anti-komünist faşist çetelerin şovenist sloganlarına teslim edildi. Bu tür denemeler sadece çözülüş sürecini hızlandırmaya hizmet etti.

Son otuz yıl boyunca islami gericiliğin düzen içinde oturduğu konumun değişkenlik arz ettiği doğrudur. Dinci hareket darbeyle birlikte bir siyasi parti olarak varlığına izin verilmeyen düzen akımlarından biriydi. Ancak yasaklama, dinci gericiliğin düzenin temel direklerinden biri olarak yerini sağlamlaştırmasını dışlamıyor, tam tersine bunu esas alıyordu. Merkezden, emperyalizmin ve Türkiye burjuvazisinin onayıyla tahkim edilen dinci geri­cilik giderek 1980’e kadar oynadığı stepne rolünün ötesine taşmış ve siyasal krizleri körüklemiştir.

Bu krizlerin her birinden, dinci gericilik toplumsal meşruiyetini artırarak çık­tı. Bu durumun nedeni yalındır. Dinci gericilikle mücadele olsa olsa sosyalist aydınlanmacı bir perspektifle yürütülebilirdi. Bağımlılıktan, piyasacılıktan, gericilikten yana bir düzenin dinci akımlara sınır çekebileceği dönem ka­panmıştı. İddiasını Cumhuriyeti kurtarmakla tanımlayan 12 Eylül darbesi Cumhuriyetin tasfiye sürecinde son etabın açılışını yapmıştır.

 

2. AKP iktidarında Türkiye

2.1 AKP nasıl bir Türkiye’ye müdahale etti?

AKP’nin devreye sokulduğu Türkiye ezilmiş ve çaresiz bir ülkedir. Cumhuri­yetin kuruluşundan bu yana taşıdığı sakatlıklar AKP’nin iktidara gelmesin­den hemen önce artık taşınamaz boyutlardadır. Koşullar, burjuvazi açısın­dan, AKP gibi bir partiyi göreve çağıracak şekilde olgunlaşmıştır. 12 Eylül faşizmiyle Türkiye’de sola büyük darbe vurulmuş, uluslararası konjonktür Sovyetler Birliği ve sosyalist bloğun çözülmesiyle emperyalizmin lehine dönmüştür.

AKP’nin boy attığı Türkiye solun siyasete müdahale edemediği bir Türkiye’dir. Solun siyasete müdahale edememesi, bir ülke olarak emperyalizm karşısın­da ezilmişlik ve çaresizlik anlamına gelir. Aynı nedenle, sınıflar mücadele­sinde işçi sınıfının eli zayıftır. AKP’nin iktidar için hazırlandığı ülke, patronla­rın uzun süredir istedikleri gibi at oynattığı bir ülkedir.

Türkiye burjuvazisinin, düzenin sürekliliğini sağlamak için kah öne çıkardığı kah yedeklediği dinci gericilik 12 Eylül’ün yol verdiği süreçte siyasette konu­munu kalıcı olarak değiştireceğinin ilk sinyallerini 28 Şubat öncesinde ver­miştir. Türkiye, dinci gericiliğin zincirlerinin boşandığı bir ortamda başka bir ülke olur; kendi haline bırakılan bu topraklar gericiliğin üremesi ve güçlen­mesi için çok elverişli bir zemin sunar. Sola karşı kullanılan dinci gericiliğin Türkiye’de gelişmesinin önündeki temel ideolojik engelin bizzat sol olduğu asla unutulmamalıdır. Solun siyaseten etkisizleştirilmesi, gericiliğin önün­deki esas engelin kalkması anlamına gelir.

Üstelik bu süreç yalnızca siyasi değil, ideolojik de bir süreçtir. Tüm dünyada solun liberalizm karşısındaki yenilgisi, ideolojiler dünyasının dengesini mut­lak olarak değiştirmiştir.

Siyasi ve ideolojik olarak köklü bir koordinat değişikliğine hazır hale gelen Türkiye kapitalizmi, ekonomik olarak da yaralıdır. Bu yaraların bedelini de sistemin doğası gereği, işçi sınıfı ödeyecekti. Art arda gelen krizler çok bü­yük kitleleri etkilemiş, toplumda geniş satıha yayılan yoksulluk insanları ekonomik olarak bir umut arayışına itmiştir.

Türkiye siyasi, ideolojik ve ekonomik olarak AKP iktidarına artık hazırdır. Özetle, AKP 12 Eylül darbesinin çocuğudur.

2.2 AKP’yi başarıya götüren güçler

AKP başarısını esas olarak Türkiye ve dünyada içine doğduğu koşullara borçludur. Türkiye’de gericiliğin yükselmesi için uygun zemin, emperyaliz­min bölgedeki ihtiyaçları ile çakışmıştı. Bu dönem emperyalist ülkelerin böl­gede yalnızca daha fazla işbirlikçilik arzuladığı düşünülmemelidir. 11 Eylül saldırısını takip eden süreçte ABD ve diğer emperyalist ülkelerin bölgede son derece saldırgan bir politika izlediği, müslüman nüfusu yaygın bir anti­Amerikancılığa doğru ittiren bir söylem tutturduğu hatırlanacak olursa, emperyalistlerin hem ideolojik hem de askeri olarak sürdürülemez olan bu politikaların etkisini azaltacak “dost kuvvetler” arayışına girmiş olması do­ğal karşılanmalıdır.

Bu bağlamda, uzun yıllar boyu emperyalist planların taşıyıcısı rolünü üst­lenen Türkiye’nin yeni misyonunu laik, modern bir ülke taşıyamaz. 2000’li yıllarda gericileşmiş bir Türkiye’nin müttefikliği emperyalizm açısından modern ve Kemalist Türkiye’nin desteğinden çok daha değerlidir. Nitekim Türkiye’nin güçlenen islami tonu emperyalizmin din faktörünü kullanarak içinde yaşadığımız coğrafyayı yeniden şekillendirme planı ile uyumlu geli­şirken, emperyalizmin askeri ve siyasi projelerine destek kesintisiz olarak sürmüştür. Bu misyonun taşıyıcısı olarak AKP, emperyalizmden olağanüstü bir destek almış, bu desteğin karşılığını da fazlasıyla vermiştir.

Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yaşantısında dinin ağırlığı artarken, emper­yalizmle işbirliği de aynı oranda gelişmiştir. Bağımsız bir birim olarak Türkiye Cumhuriyeti devleti geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Artık hemen her açıdan teslim olmuş bir ülke söz konusudur. Bu teslimiyetin üzerini örtmek, emperyalizmle olan ilişkileri gizlemek için dinci bir söylemden daha iyi bir araç bulunamaz.

Görüntüde de olsa, mevcut dünya sistemine itiraz eden, mazlumlara sesle­nen bir siyaset tarzı AKP’nin ülke içindeki toplumsal tabanının genişlemesi­ne yardımcı olmuştur. Her daim ezilmiş, horlanmış bir ülkenin halkı bu siya­set tarzına kolayca bağlanmış, AKP de kendisine uluslararası alanda açılan krediyi iyi kullanmıştır.

Diğer burjuva partileriyle kıyaslandığında hayli güçlü bir örgüte sahip olan AKP, bu örgüt sayesinde toplumun hemen bütün kesimlerine ve bütün ku­rumlara uzanabilmiştir. Bu anlamda AKP, kuruluşundan bu yana burjuva siyasetinde rakipsiz kalmıştır.

Ancak AKP’nin burjuva siyaseti açısından rakipsizliği yalnızca örgütsel ne­denlerle açıklanamaz. Türkiye’de sermaye siyasetinin geleneksel kesimleri Cumhuriyet’in ve devletin üzerlerine yıkılmasını engelleyecek bir enerjiye sahip değillerdi. Bu geleneksel kesimin önde gelen akımı olarak Kemalizm ve onun siyasal sözcülüğüne oynayan CHP, sürece müdahale edebilecek ira­deden yoksundu. Zaten burjuva akımlardan doğaları gereği daha fazlası da beklenmemelidir; son tahlilde belirleyici olan kapitalist sınıfın ve emperya­lizmin yönelimlerdir.

Yine de bu enerji ve irade yoksunluğunun Ergenekon sürecindeki somutla­nışı Türkiye siyaseti açısından mutlaka not edilmelidir. Sistem içi muhale­fetin, sistemin sürüklendiği tarihsel açmaza bir alternatif yaratamayacağı Ergenekon sürecinde açık bir biçimde görülmüştür.

Türkiye topraklarında geçmişi uzun yıllara dayanan gerici birikimi seferber eden AKP, ideolojik olarak liberalizme yenilen solun yarattığı boşluğu da belli ölçülerde doldurmuştur. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de de­mokrasi ve özgürlük söylemi liberalizm vesilesiyle sola ve ilericiliğe karşı silah olarak kullanılmıştır. AKP’nin başarısının arkasında liberalizmin sola karşı sağladığı geçici üstünlük de vardır.

AKP sermayenin ihtiyaçları açısından da en uygun seçenek olduğunu ege­men sınıfa göstermiştir. Türkiye’nin geleneksel büyük sermayesi, 2000’li yıllarda AKP’nin temsil ettiği dinci gericilikle liberalizm sentezinin gerek uluslararası sermaye ve emperyalizme denk düştüğünü, gerekse emek­çi kitlelere boyun eğdirilmesi açısından benzersiz olanaklar sağlayacağını görmüştür. Türkiye’de burjuvazinin laiklik ve modernlik kriterleri açısından AKP’yle sorunu olmadığı açığa çıkmıştır.

2.3 AKP iktidarında devletin çözülmesi uğrağı

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca devlet çeşitli dönüşümlerden geçmiş, sistemin ihtiyaçları doğrultusunda değişime uğramıştır. Ancak AKP iktidarı sırasında devlet mekanizmasında yaşanan dönüşüm bir “değişim”in öte­sindedir.

Dünyada ve yurt içinde koşulların “yeni Türkiye”yi zorladığı bir süreçte, aynı koşullar devletin de var olan haliyle devam etmesini imkansız kılmıştır. Ge­rekli dönüşüm köklü olduğu için, devletin önce çözülme uğrağından geç­mesi kaçınılmazdı.

Türkiye’de devletin çözülmesi ucu bucağı açık bir süreç değildir. Tam tersine, çözülüş bir yeniden yapılanma için başlangıçtır. AKP’nin 8 yıllık iktidarından sonra bugün devletin çözülmesinden söz etmek artık anlamını kaybetme­ye başlamıştır. Artık, gündemde olan yeniden yapılanmadır. 12 Eylül 2010 referandumu yeniden yapılanma için bir milat olarak alınabilir. AKP, yeni dönemin devletini biçimlendirmeye başlamıştır.

Devletin çözülmesinden, devlet içindeki bir takım kadroların tasfiyesini, onların yerlerine yenilerinin getirilmesini anlamamak gerekir. Zaten bu tür tasfiye operasyonları çok sık yaşanabilir. Çözülme, kadroların değişiminin çok ötesinde bütün bir mekanizmanın alt üst oluşu şeklinde gerçekleşti­ği için devletteki önümüzdeki yapılanma döneminin krizlere gebe olduğu söylenebilir. Büyük bir mekanizmanın yeniden kuruluşu, AKP gibi emperya­lizmin tam desteğini almış, toplumsal tabanı hareketli ve geniş kadro dina­mikleriyle hareket eden örgütlü bir parti için dahi güçtür. Çözülüşün bittiği, yeniden yapılanmanın başladığı bugünlerde yaşanılacak sistem içi gerilim­lerde temel etkenin çözülüş değil yeniden yapılanma olması, bu gerilimlere dönük siyaset geliştirecek herkes için önemlidir.

2.4 AKP Türkiye toplumunu nasıl teslim aldı?

AKP iktidara geldiğinde Türkiye toplumu teslimiyete hazırdı. Solun yenilgi­siyle Türkiye’de umudun temsilciliği el değiştirmiş oldu. Muhafazakarlık ve ilericilik arasındaki denge değişti. Temelde var olanı muhafaza etmeyi ve tevekkülü telkin eden gericilik Türkiye’de geniş kesimlerin umudu haline geldi.

Türkiye’de burjuva aydınlanmacılığın sığlığı, modernizmin kapitalizmin çürütücü etkisiyle beraber anılmasına yol açtı; kapitalizm çürütür ve top­lumsal ve bireysel ahlakta önemli yaralar açarken, din, inanç dünyasından, toplumsal yaşantıya daha çok müdahale eder hale geldi ve kendini geniş kesimlerin gözünde bu çürüyüşün karşısında konumlandırmayı başardı.

Solun yok edildiği, solun Türkiye’de yeşerttiği ve topluma mal ettiği değer­lerin erozyona uğradığı koşullar, Türkiye’deki burjuva aydınlanmasının ye­tersizliği ile birleşince ortaya çıkan toplumsal çürüme, dinci gericiliğin yay­gınlaşması için çok uygun olanaklar sağladı.

Özgürlük arayışı liberalizmin katkısıyla el değiştirdi ve dünyayı anlamak ve yorumlamak için kesinlikle elverişsiz bir zemin oluştıran devlet-vatandaş karşıtlığı değişimin temel motivasyonu haline geldi. 12 Eylül faşizminin karanlığa ittiği ülkenin değişim heyecanı, AKP’nin gerici, liberal ve işbirlik­çi çizgisinde boğuldu. AKP değişimi temsil edip, onun karşısındaki sistem içi muhalefet statükoyu savunur duruma düştükçe, sol tabloya müdahale etmekte güçlük yaşadı. Liberalizm-milliyetçilik, özgürlükçülük-laiklik gibi yanlış eksenlerde kurulan tartışmalar yalnızca AKP’nin Türkiye toplumunu teslim almasını kolaylaştırdı.

AKP’nin Türkiye’yi esir ederken asıl avantajı siyasetin üzerinde geliştiği ek­senlerde sistem içindeki muhaliflerine üstünlük sağlaması değil, bu eksen­lerin üzerinde gelişen siyasi ve ideolojik dinamiklerin solun önünü kapa­masıydı. Böylece, AKP’yi Türkiye’de durduracak tek güç olan sol, devre dışı kalmış oldu.

Bu bağlamda, AKP’nin Türkiye’yi teslim alması, sistem içi bir sorun olarak algılanamaz ve kapitalizm içindeki dengelere bakarak analiz edilemez. Me­sele, solun AKP’yi geriletip durduramamış olmasıdır.

12 Eylül 2010 referandumunun sonuçları da bize halen Türkiye’yi AKP’nin esaretinden kurtaracak temel gücün sol olduğunu, solun bu mücadele için gereken zemine sahip olduğunu göstermiştir.

2.5 Türkiye Cumhuriyeti gerçekten bitti mi?

Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan süreç AKP iktidarının ikinci dönemi sona yaklaşırken nihayete ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bitiren sürecin son evresinin baş sorumlusu olan AKP, şu anda “Yeni Türkiye”nin de iplerini elinde tutma hakkını elde etmiştir.

Bu durum sol için de yeni bir mücadele döneminin habercisidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bitişi 1923’ten bugüne gelen, bu ülkeyi tarif eden temel özelliklerin de kesin olarak yeniden tanımlanacağının habercisidir. Bu yeni ülkede 1923 referansları tüm anlamını yitirmiştir.

Kemalist laiklik bitmiştir. Ya AKP’nin dayattığı dinsel çizgi toplumsal ve si­yasal yaşantıda ağırlığını artırmaya devam edecek ya da sol laikliği sınıfsal bir perspektifle Türkiye’ye kabul ettirecektir. Bunun ortası yoktur; laikliğin sistem içi bir çıkış olanağı kalmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına dair yürütülen tartışma hiç kuşkusuz 1923 referanslarının yok olmasıyla bitmeyecektir. Bu sınırların somut ola­rak değişmesi, cumhuriyetin ülke yapısında köklü revizyonlara gidilmesi gibi olasılıkların hepsi somut olarak gündemdedir. Bir arada yaşama iradesinin tek temsilcisi ise artık soldur.

Yeni Türkiye’nin emperyalizmle ilişkileri de eskisi gibi olmayacaktır. AKP’nin bölgesel arayışları yeni döneme dair açık ipuçlarıdır. Emperyalizmle ilişkile­rin yapısal dönüşümü, AKP’nin görünüşte cesur adımlarının önünü açmış­tır. Bu adımların tamamının daha fazla bağımlılık anlamına geldiği aşikardır. Türkiye’nin dünya emperyalist sistemi içinde göreceli olarak daha bağımsız hareket etme şansı yoktur. Bağımsızlık ancak ve ancak emperyalizmden tam kopuşla mümkündür.

Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. AKP’nin kuruluşunu tamamlamak üzere ol­duğu “yeni Türkiye”nin tek alternatifi sosyalist bir Türkiye’dir.

2.6 AKP’nin bundan sonraki misyonu ve geleceği ne olabilir?

AKP, ezilmiş, solu çökertilmiş, umudu bitirilmiş bir Türkiye’ye müdahale et­miştir. AKP, dizginlerinden boşanmış gerici bir rüzgarla yelkenlerini şişirmiş, em­peryalizmin desteği ve solun tüm dünyadaki ideolojik geri çekilişi sayesinde başarı kazanmış, çürüyen bir toplumu esir almakta güçlük çekmemiştir.

AKP iktidarında var olan devlet mekanizması yaşanan dönüşümün yükünü taşıyamamış ve çözülmüştür.

AKP, Türkiye Cumhuriyeti’nin tabutuna son çiviyi çakmış ve yeni Türkiye’nin mimarlığına soyunmuştur.

AKP’nin bundan sonraki misyonu “yeni Türkiye”nin kuruluşuyla ve bu kuru­luşa müdahale edecek güçlerle doğrudan bağlantılıdır.

Türkiye’nin girdiği yeni rotadan sistem içi müdahalelerle çıkması olanaksız­dır. Bu gidişin artık tek alternatifi kalmıştır: Sosyalizm.

AKP, yeni Türkiye’nin kuruluşunda süreci sürükleyebildiği, bu sorumluluğu taşıyabildiği sürece Türkiye sermayesinin temel aktörü olmayı sürdürecek­tir.

AKP’nin Türkiye kapitalizminin mutlak temsilcisi olması ise beklenmemeli­dir. Ancak AKP’nin olası sistem içi alternatifinin de AKP’ye benzeyeceği açık­tır. Türkiye’de burjuva siyasetinde yaşanan son gelişmeler bunun ispatıdır. Bu nedenle, bugün AKP’ye karşı verilen mücadele, aslında yalnızca AKP’ye değil, yeni gerici rejime karşı verilen bir mücadeledir. Sistem içinde diğer partilerin de bu yeni rejimde yerlerini almaya hazırlandıklarından hareketle, AKP’ye karşı muhalefetin tek adresi sol olmalıdır. Bu muhalif cephe temel ilkelerden taviz vermeden mümkün olan en geniş kesimleri kapsamalıdır.

AKP’nin misyonu ve geleceğine dair sorular, artık soldan bağımsız yanıtla­namaz. AKP’yi geriletebilecek, “yeni Türkiye”nin kuruluşuna sekte vurabile­cek tek güç soldur. Türkiye’de sosyalist hareketin iktidar perspektifi ancak bu yaklaşımın içinden geliştirilebilir. Solun oluşturması gereken cephe dar anlamda bir korunma çabası olarak kavranmamalıdır.

 

3. Türkiye solu neden ve nerede başarısız oldu?

3.1. 12 Eylül’ün sol üzerindeki etkisi

Daha önce 12 Eylül’ün kapitalizmin kendi varlığını garantiye alabilmek için ilericiliği toptan tasfiye kararı olduğunu belirttik. Yetmişli yılların sonlarında ciddi bir kitleselliğe sahip olan, ancak iktidarı almayı, böyle bir perspektif geliştirmeyi başaramayan sol 12 Eylül’le girişilen bu tasfiyenin birincil mu­hatabı olmuştur.

Faşist bir darbeyle solun örgütlü gücünün yok edilmesinin 12 Eylül’ün “as­gari programı” olduğu söylenebilir. İktidara yürümeyi başaramayan sol, em­peryalizmin açık desteği ve planlamasıyla gerçekleştirilen bu operasyonu savuşturmayı ne yazık ki başaramamıştır.

Ancak 12 Eylül’ün “azami programı” solun örgütlü kesimlerini katliamla, işkenceyle, sürgünle tasfiye etmenin ötesinde, ülkemizde ilericilik adına ne varsa bitirmek, solu ve emekçi sınıfları bir daha ayağa kalkamaz hale düşürmek üzerine kuruludur. Bu program, emperyalizmin seksenli yılların hemen başında dünya çapında giriştiği karşı saldırının bir parçasıdır. Çerçe­vesi piyasacılığın ve Amerikancılığın hakim unsurlar haline getirilmesine, bu amaçla başta din ideolojisi olmak üzere, gericilik vasıtasıyla toplum üzerin­de tahakküm kurulmasına dayanmaktadır.

Darbenin fiziksel şiddeti altında ezilen solun, belki de daha ağır bir yarayı bu görece uzun döneme yayılan ideolojik saldırıyla aldığı söylenebilir. Emekçi sınıfları hedef alan faşist baskı solun toplumla olan bağlarını kopartırken, bununla birlikte kurulan ideolojik hegemonya ilericiliğin toplumsal daya­naklarını ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Liberalizmin sola sirayet etmesi, ilericiliğin uluslararası kapitalizmin bu karşı saldırısına gerektiği gibi yanıt vermesini önleyen başlıca unsurlardan bir tanesi olmuştur. Toplumla bağ­ları kopan ve fikri dayanak noktalarının aşındırılmasına karşı direnemeyen sol, gericiliğe karşı emekçi sınıfların tarihsel kazanımlarını savunma basi­retini göstermekten aciz duruma düşmüş, seksenlerin ortasından itibaren kendi dünyasında yaşayan, yeraltına itilmiş bir solculuk türü galebe çalmış­tır. Avrupa’daki 1989-1991 karşı devrimleri bu eğilimlerin güçlenmesine çok önemli bir girdi daha yapmıştır.

Toplumla bağları kopan sol, seksenlerin ilk yarısından itibaren ciddi bir yok­sul köylü desteği bularak yükselen Kürt ulusal hareketine doğru yönelmiş, burada kendisi için bir kitleselleşme olanağı aramıştır. Bu yönelişte yoksul Kürt dinamiğinin altmışlı yılların sol yükselişinin bir parçası olmasının ve Sovyetler Birliği’nin Kürt ulusal hareketini sola çeken etkisinin payı vardır. Doksanlı yılların ikinci yarısına değin sol öğeleri ağır basan ulusal hareketin daha sonraki süreçte giderek ulusal boyutu belirginlik kazanan bir dinamiğe dönüşmesi, ülke genelinde önemli bir siyasi varlık olmayı başaramayan sol tarafından durdurulamamış; aksine solun bazı bölmeleri Kürt ulusalcılığının yedeğine girmiştir.

Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrasında emperyalizmin dünya çapında bir zafer kazanmasıyla birlikte Türkiye solu üzerindeki liberal basınç bir kez daha yoğunlaşmıştır. Seksenlerde sürgüne ve yeraltına itilen solun bir kıs­mı, doksanlarda ve ikibinli yılların başında çıkış yolu olarak “yeni toplumsal hareketlere”, şekilsiz ve kendinden menkul bir birlikçilik tartışmasına ve Avrupa Birlikçiliğe yönelmiştir. Bu yönelimlerin yarattığı likidasyon ve tasfi­yeler, geçmişte sol içerisinde anılan bazı kesimlerin hızlı bir biçimde soldan kopmalarıyla ve liberalizmin safına geçmeleriyle sonuçlanmıştır.

Bugünkü Türkiye Komünist Partisi başından itibaren bu tasfiyeye direnerek örgütlenmiş, emperyalizmin Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle attığı zafer na­ralarına karşın reel sosyalizmin kazanımlarını savunmaktan vazgeçmemiş, solun Marksizm-Leninizmin rehberliğinde yeniden ayağa kalkabileceğine olan güvenini hiçbir zaman yitirmemiştir. Solun başka kulvarlarında, farklı teorik kalkış noktalarından hareketle aynı tasfiye sürecine boyun eğmeyen­lerin var olması önemli bir olanaktır. Gelinen noktada ülkemizde solu ge­riciliğin, liberalizmin ve milliyetçiliğin kuşatmasına karşı bağımsız devrimci bir çizgi geliştirebilmeyi başaranlar temsil etmektedir. Bunun dışında bir soldan söz etmek mümkün değildir.

3.2 Boşa düşüren bir miras: Solda demokratizm

Sınıf perspektifinden uzaklaşmış, onu kimlik siyasetiyle ikame eden, reel sosyalizm deneyimlerine düşman, kendisini dar anlamda “demokrasi mü­cadelesi” üzerinden tanımlayan bir sol yaratılmaya çalışıldı. Ellili yılların or­talarından itibaren Avrupa’da aşağı yukarı bu saiklerle ortaya çıkan akımla­rın bir tezahürünün Türkiye’de de başat sol anlayış haline getirilmesi çaba­larına uzun zamandır tanık olmaktayız. Sovyetler Birliği’nin çözülüşünde de kuşkusuz azımsanmayacak bir misyon üstlenmiş olan bu liberal ve tasfiyeci zihniyetin, apayrı bir deneyim olmakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin tas­fiyesinde de bir misyon üstlenmesi olağan bir durum.

Toplumsal algıda solu “demokratik haklar” mücadelesine indirgeyen bu çizginin kendisine varlık alanı bulabilmesi, emperyalizmin Türkiye’nin üze­rine “dönüşüm” ya da “yeni Türkiye” kefenini örtmüş olmasından kay­naklanmaktadır. Bu tür aktörlerin uluslararası tekeller tarafından yalnızca Türkiye’de değil, özellikle çözülüşten arta kalan eski sosyalist ülkelerde em­peryalizmin çıkarlarına uygun “sivil darbeler” tezgahlamak üzere kullanıldı­ğına tanık olmaktayız. Demokratizm ideolojisine yaslanan bu liberal akım­ların Türkiye’de kitlesel hareketler haline gelmemesinin dönüşüm sürecinin icracısının bizzat iktidarda olmasıyla ilişkisi bulunmaktadır. Bu koşullarda tasfiyecilere düşen sokaklarda Amerikan bayraklarıyla gösteri yapmaktan ziyade, bu iktidarın politikalarını destekleyecek ideolojiyi üretmek, teorileş­tirmek olmaktadır. Ancak misyon aynı misyondur.

Sınıf vurgusu olmayan “demokratik haklar mücadelesi” çerçevesi, öncelikli olarak “devletle birey” ya da “devletle vatandaş” arasındaki “çelişki”ye işa­ret etmekte, bunun dışındaki her şeyi bu çelişkinin bir türevi olarak açıkla­maktadır. Buradan bir tarih imalatı çıkartılmakta, örneğin 12 Eylül’ün sivil siyasete tahammül edemeyen askerlerin işi olduğu, ülkenin temel mesele­sinin bürokratik-askeri vesayeti aşmak olduğu vaazı çıkartılmaktadır.

Ne yazık ki ülkemizde liberalizmin kendisini sol bir ideoloji gibi pazarlaya­bilmesinde, 12 Eylül’ün şiddetine maruz kaldıktan sonra bunun arkasından gelen ideolojik kuşatmaya karşı ayakta kalmayı başaramayan sol kesimlerin temel çelişkiyi devlet karşıtlığına indirgeyen bir demokratizme teşne hale gelmiş olmasının da bir payı bulunmaktadır. Bu nedenle liberal tahakkümü etkisizleştirecek bir sol direncin muhakkak saflarımızda görülen bu anlam­daki demokratizm ideolojisiyle bütün bağlarını kopartması bir zorunluluk­tur.

Bu bağların kopartılması, sınıf indirgemeciliğine savrulmayan bir sınıf ve sosyalist iktidar perspektifiyle mümkündür. Emek-sermaye çelişkisinin yal­nızca işyerinin sınırları içerisinde görülmediğini bilen, gericiliğe ve libera­lizme karşı mücadelenin sosyalist devrimle bağlantısının altını çizen bir sol çizgi… Solu ve solculuğu boşa düşüren demokratizmi etkisizleştirmenin tek yolu, kurtuluşun sadece bu çizgiyle olanaklı olduğuna güven duymaktan, onu pratiğe taşımaktan geçmektedir.

Demokratik haklar için mücadeleye tarihsel değer katacak ve onu başarıya ulaştıracak olan da bu çizgidir.

3.3 Solu kuşatan nesnellik

Türkiye ve dünya nesnelliğinin solu, sosyalizmi çağırdığı çok açık. Ancak Tür­kiye ve dünya nesnelliğinin bu daveti elinde çiçeklerle yapmadığı da bir o kadar bariz. Uluslararası ölçekte bakıldığında son yirmi yıldır, Türkiye ölçeğinde bakıl­dığında ise son otuz yıldır karanlık bir dönem içinde yaşadığımız ortada. Ancak bu nesnellik ağaç kovuğundan çıkmadı. Bu süreç, altmışların son kesitinde ağır bir bunalım yaşayan emperyalizmin kendisi açısından buna­lımdan çıkışın tek yolunun dünya çapında bir saldırı örgütlemekten geçti­ğini görmesiyle ve bu doğrultuda kapsamlı bir hamle yapmasıyla başladı. Türkiye’de açılan karanlık dönem de işte emperyalizmin bu karşı saldırı ka­rarının bir parçası olarak gündeme geldi.

Nesnellik emperyalizmin ve sermaye egemenliğinin öznel müdahaleleriyle solun aleyhine döndü. Örneğin Türkiye toplumu liberal aklı evvellerin iddia ettiği gibi aslen modernizmin iç çelişkileri nedeniyle değil, sistemli bir geri­cileştirme ve ilericiliğin dayanaklarının yok edilmesi sonucunda dinselleşti. Nesnelliğin tarihin öznelerinin, yani toplumsal sınıfların mücadelelerinin sonucundan başka bir şey olmadığını akılda bulundurmak, bugün solu ku­şatan toplumsal dinamikleri mutlaklaştıran eğilimlere karşı sağlam durula­bilmesinin ilk şartıdır.

AKP iktidarıyla birlikte nesnelliğin solun aleyhine daha da değiştiği yönün­deki yargıya da bu çerçeveden bakılmalıdır. AKP sekiz yıl içinde son otuz yıldır var olan bir dizi dinamik üzerinde bir hızlandıran etkisi yapmış, bazı başlıklarda da gericiliği tahkim eden ilave dinamikler yaratmayı başarmıştır. “Nesnelliğin” bir kısmı buysa, bir diğer kısmı da AKP’nin toplumda kendisi­ne karşı olan direnci yok etmeyi bir türlü başaramamış olmasıdır. Uzun sü­redir iktidarda olan ve “yeni Türkiye”nin yaratılması konusunda çok büyük bir mesafe almış olan AKP’nin başını çektiği dönüşüm sürecine aldığı deste­ği ölçmek üzere dizayn ettiği 12 Eylül 2010 referandumundan çıkan sonuç, solu kuşatan nesnelliğin bu ikiliğini en açık şekilde ortaya koymuştur.

Sol giderek dinselleşen bir toplumla, paramparça edilmiş bir işçi sınıfıy­la, çürüyen bir gençlikle vs. kuşatılmıştır. Ama sol aynı zamanda bütün bun­ları çeşitli gerekçelerle kabul etmeyen, kabul etmeye direnen bir nesnellikle de yüz yüzedir. Bu ikiliğin ilelebet sürmeyeceğine şüphe bulunmamaktadır ve ikiliğin sol bir çıkışla çözülmesi için solun öznel girdilerinin tayin edici bir rol oynayacağı da kesindir.

3.4 Toplumsallaşma hedefinde neden istenen sonuç alınamadı?

Türkiye siyasi ve toplumsal dinamikler açısından hayli zengin ve hareketli bir ülke. Bu zenginlik bir yandan solun toplumsallaşma olanaklarının çe­şitliliği anlamına gelirken, diğer yandan doğrusal bir büyüme çizgisinin başarı şansının bulunmadığı anlamını da taşımaktadır. Başka bir ifadeyle solun sadece sebat ederek, yıllara yayılacak biçimde aynı çalışma alanla­rında ve aynı çalışma biçimleriyle toplumsal bir etkiye kavuşması, Türkiye gibi emperyalizmin sistematik olarak istikrarsızlaştırdığı bir ülkede içi boş bir beklentidir. Sabırlı, sistemli ve uzun vadeli çalışma hızlı hareket etme ve sıçrayabilme yeteneğinyle birlikte ve onu geliştirdiği sürece anlam kazanır Bu açıdan toplumsallaşma hedefi “hareketli” bir hedeftir ve ulaşılabilmesi açık bir siyasi aklın diri tuttuğu siyasi reflekslerin güçlü olmasına bağlıdır.

Toplumsallaşma hedefinde istenen sonucun alınamamasını öncelikle öznel faktörlerde aramak gerekmektedir. Türkiye nesnelliğin sola sıçrama olanak­ları sunmadığı düşüncesi ancak zamanın belirli bir anı için, yani bir fotoğraf çekildiğinde geçerlilik kazanabilir. Ancak toplum yaşayan bir organizma ola­rak kavrandığında bu tespitin yanlış olduğu açıkça görülmektedir. Toprakla­rımız bereketlidir ve sola toplumsallaşma fırsatı verecek dinamiklere tutu­namamış olmamızın öncelikli nedenleri kendi öznelliğimizde aranmalıdır.

Kuşkusuz bu sermaye egemenliğinin solun nüfuz edeceği büyük boşluklar bıraktığı anlamına gelmez. Türkiye burjuvazisi solun toplumsal etkisinden bağımsız olarak onu toplumsal alanda kuşatmak için özel bir çaba harca­maktadır. Son dönemden örnek vermek gerekirse, “yeni Türkiye”nin yara­tılması çabası kapsamında sol düşünce üzerinde kurulmak istenen hege­monya akla gelmektedir. Anti-komünizmin Türkiye gericiliğinin genetik ya-pısında önemli bir yer tuttuğu gerçeği yine üzerinden atlanmaması gereken bir olgudur. Bu nedenle AKP iktidarının Türkiye’yi dönüştürmek üzere attığı bütün kritik adımlarda solu teslim alma ve etkisiz kılma çabasının da bir yeri olması şaşırtıcı değildir.

Toplumsallaşma hedefinde istenen sonucun alınamamış olmasında öznel eksikliklerin altının bütün bunlara rağmen çizilmesi gerekmektedir. Serma­ye egemenliğinin sol üzerinde onun cisminden bağımsız olarak kurduğu ideolojik ve siyasi baskının kendisi, burjuvazinin siyasi temsilcilerinin Tür­kiye nesnelliğinin yeni bir sol yükselişe müsait olduğunu sezmeleriyle iliş­kilidir. Sermaye sınıfının bu sezgisini gerçek bir korkuya dönüştürememiş olmamızın nedenleri arasında, açığa çıkan toplumsallaşma olanaklarını de­ğerlendirmek konusundaki beceriksizliğimiz önemli bir yer tutmaktadır.

Solun toplumsallaşamamasında, sermaye sınıfının sola ve emekçi sınıflara saldırılarına karşı zamanında ve güçlü bir direnç oluşturmayı başaramama­nın önemli payı bulunmaktadır. Solun toplumsallaşamamasında, sola da sızan ya da sızdırılan liberalizmle hesaplaşmayı tamamlayamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında sık sık karşılaştığımız bencilli­ğin, küçük hesapların payı vardır. Solun toplumsallaşma hedefinde başarılı olamamasında gericiliğe karşı bir direnç odağı oluşturan toplumsal kesim­lerin, örneğin gençlerin, Alevi yoksullarının belirli bölmelerini sosyalizm mücadelesine örgütlemekteki başarısızlığın ve bu kesimleri sosyal demok­rasinin etki alanından kopartacak müdahaleleri yapamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında Kürt sorununda en başa emekçi sı­nıfların birliğini ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını, sosyalizm mücadelesini yazarak hareket etmemiş olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamama­sında parçalanmış ve özgül bir siyasallaşma barındırmayan, ancak giderek artan sömürü koşullarına maruz kalan işçi sınıfını sendikal politikanın dar hesaplarına terk etmenin rolü bulunmaktadır.

Bu başlıkların her birinde solun kendi önünde bir engel haline getirdiği ka­lıpları kırması halinde toplumsallaşma hedefinde yol alınabilecektir.

 

4. Siyasal görevlerimiz

4.1 AKP’yi durdurmak sosyalizm mücadelesini yükseltmekten geçiyor

Yukarda belirli kritik dönemeçlerini ele aldığımız bir sürecin sonunda ülke­miz bugün bulunduğu noktaya gelmiştir. Bu noktanın Türkiye kapitalizmine ve uluslararası yapıya ilişkin boyutları vardır.

Bu iki eksenin kesişme noktasında ise belirgin bir biçimde AKP durmaktadır. AKP, gelgitleri, iç çelişki ve sorunları olan uzun bir sürecin aynı anda hem ürünü hem de tamamlayıcısı durumundadır.

AKP yalnızca güçlü, etkili, hedef sahibi bir iktidar partisi olduğu için değil, kendi varlığının ötesinde bir dönüşüm programını temsil ettiği için de sos­yalistlerin mücadelesinde kritik bir hedeftir.

AKP, Türkiye kapitalizminin iki yüzyıllık macerasında yeni bir evreye geçişi, bir dönemin kapanışını kendi iradesinin ötesinde nedenlerle temsil etmek­tedir. Bir dönemin kapanışı dediğimiz şey, yukarda açıkladığımız gibi bir iler­leme, yeni ve üst bir safhaya geçiş olarak görülebilecek bir şey değildir.

Öte yandan, burada gösterilecek direncin, AKP’nin merkeze oturttuğu ge­rileme karşısında alınacak tavrın, basitçe “kötü gelişmelere” engel olmak olarak tarifi de mümkün değildir. AKP’yi durdurmak, ancak ülkeyi başka bir rotaya, başka bir raya sokmakla mümkündür.

Bugün, iktidar partisi gündeminde tuttuğu köklü dönüşümlerin her biri ile ilgili kapitalist Türkiye’nin ve devlet yapılanmasının farklı unsurlarından ge­len dirençlerle karşı karşıyadır.

Öte yandan AKP’nin yerleştiği tüm pozisyonlar, yine kapitalist Türkiye’nin ve devlet yapılanmasının şimdiye dek çoktan içselleştirmiş olduğu öğelere bağlıdır. Tam da bu nedenle, AKP’nin şu ya da bu yönelimine direnip “eski düzeni savunan” öznelerin varlığı, AKP’nin bugün kapitalizmin yeni statüko­su olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.

Sosyalist Türkiye bu yeni gerici statükonun, İkinci Cumhuriyet’in karşısına dikilerek kurulacaktır.

İkinci Cumhuriyet’in, örneğin bağımsızlığı milliyetçilikle bağlantılı kör bir hayal, devletçiliği ve sosyal devleti kumanda ekonomisinin ve eski düzen elitlerinin toplumsal mühendislik etkinliği, aydınlanmayı islam düşmanı entelektüel elitin bir kültürel dayatması olarak damgalayıp rafa kaldırması, sosyalist hareket tarafından bir ilerleme olarak görülemez. Yeni düzen “katı olan her şeyi buharlaştırmamakta”, tersine Türkiye’yi yeni ve geri bir kalıbın içine dökerek katılaştırmayı hedeflemektedir.

Aynı şekilde, AKP eliyle un ufak edilen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin çelişkili bir biçimde canlı tutmaya çalıştığı kazanımlar da artık ancak daha ileri bir bütün içinde kapsanarak hayat kazanabilir. Sosyalist Türkiye için mücade­lenin bütünsel olarak baktığımızda tamamlandığını söyleyebileceğimiz bir dönüşümü karşıya almayı gerektirmesi bunlarla ilgilidir.

Eski düzene geri dönüş olmayacaktır, ama AKP’nin temsil ve ifade ettiği dö­nüşümün toplum tarafından kısa zamanda sindirilmesi de beklenmemeli­dir. Sosyalist hareket, başka şeylerin yanında işte bu zorlu sindirme süreci­nin dinamiklerine gözünü dikmek ve yeni bir yol göstermek zorundadır.

4.2 Yurtseverlik ve aydınlanmacılıkta yolun sonu mu?

Yeni düzenin ve onun olgunlaşma sürecinin iki temel dayanağı olmuştur. Birincisi, bağımsızlık ve egemenliğin bir siyasal kalıntı haline getirilerek Tür­kiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasından çıkarılmasıdır.

İkincisi, sınır tanımayan, bazen doğrudan AKP’nin fren koyma çabalarına bile inanılmaz bir akışkanlıkla kafa tutan gericileşme ve dinselleşmedir.

Sosyalist hareketimizin, bunlar karşısında yurtsever ve aydınlanmacı bir ko­numu temsil etmemesi düşünülemezdi bile…

Öte yandan yukarda andığımız nedenlerle bu konumlanışların daha kapsa­yıcı ve ileri bir bütün içine yerleştirilmesi kesin bir zorunluluktur. Halkçı ol­mayan bir yurtseverlik, eşitlikçi olmayan bir aydınlanmacılık bugün kendini ancak karikatürleşmiş örneklerde göstermektedir. Türkiye’nin gündeminde yurtseverlik vardır. Aydınlanmacılık vardır. Ama gündeminde yalnızca bun­lar olan özneler ülkenin geleceğini belirlemeyecek, kendileri gelişmelerce ve mücadele eden başka öznelerce belirlenecektir.

Türkiye sosyalist devriminin öngörülen anti-emperyalist ağırlığı azalmaya­caktır, ama anti-emperyalizmin ve yurtseverliğin halkçılık gibi, devrimcilik gibi, eşitlikçilik gibi ideolojik ve programatik konumlanışlarla iç içe geçmesi bir zorunluluk olacaktır.

4.3 Sosyalizm Programı mücadelemizin neresinde duruyor?

AKP, kapitalist Türkiye’ye müstehak mıdır? Yani Türkiye’de burjuva egemen­liğinin, 21. yüzyılı bugün gelinen nokta ile , yani AKP’nin temsil ettiği rejim ile karşılaması bir zorunluluk mudur?

Kuşkusuz AKP Türkiye’si, kapitalist sistemin olası tek biçimi değildir ve üs­telik kaçınılmaz sayılamayacak bir gerilemeyi de ifade etmektedir. Lakin andığımız faktörlere bir de işçi sınıfının yaşadığı örgütsel ideolojik yıkımı da eklersek, kapitalist Türkiye’nin son durağının bu olmasında herhangi bir gariplik yoktur.

Sosyalizm hedefi ve onun programatik iskeleti bu nedenle güncel mücadele hedeflerimizin hepsine ışık tutmaktadır.

Bunun sadece “kökten bir dönüşümün zorunlu olması” ya da “sistem so­rununa radikal çözüm gerekmesi” olarak anlaşılması yanlış olur. Sosyalizm, sadece farklı ve bütünlüklü bir toplumsal yapılanmayı öngörmesi, dolayısıy­la kısmi değil kapsayıcı bir çözüm olması ile güç kazanmıyor. Sosyalizm, tek tek temsil ettiği değerler ve toplumsal sorunlar yumağına yönelirken ortaya koyduğu parçalı önerilerle de güçlü durmaktadır.

Sosyalizm Programı mücadelemizde merkezi bir yerde duracaktır derken, aynı zamanda yeni bir görev tarif ediyoruz demektir: Sosyalistler programa­tik bütünlüğü elbette vurgulayacak, ama artık kısmi olana, tekil olana da bu bütünlüğün içinden yanıtlar geliştirecektir.

4.4 Bu dönem kitleselleşebilmek mümkün mü?

Sosyalist solun 30 yıl sonra yeni ve daha olgun bir toplumsallaşma zemini yakalaması olanaklı ve gerekli hale gelmiştir.

Gerçek bir çözüm, yeni düzenin gerçek bir karşıtının yaratılmasını, kökten ve bütünlüklü bir dönüşümü gerektirmektedir. Öte yandan böyle bir dönü­şüm için kritik olan enerji kaynakları nasıl ortaya çıkacaktır diye sorduğu­muzda gördüğümüz şudur: Bunun için gerekli toplumsal radikalizmi bes­leyecek olan temel unsur, tek tek mücadele başlıklarında, tekil karşılaşma alanlarında yaşanan ve uzlaşma kabul etmeyen karşıtlıklardır.

Toplumsal muhalefet kendi dar sahasında kendini üreten parçalardan oluş­maktadır. Ancak toplamda bu parçaların tek başına taşıyamayacağı kadar büyük bir tepki ve enerjiyi temsil etmeye adaydır. Bu potansiyelin kuvveden fiile çıkması için bu parçalılıktan kurtulup, bir bütünlüğe ulaşmak gereklidir.

Bütünlüklü ve kökten bir dönüşümden kaynağını alan, ama parçalardaki radikal birikimlere de hitap edebilen bir sosyalist çıkış kitleselleşme olanak­larına sahiptir. Bu söylediklerimizin karşılığı sosyalizmin kendini merkeze yerleştireceği bir cepheleşme sürecidir.

4.5 Cepheleşme önümüzdeki dönemin temel ihtiyacıdır

Türkiye Komünist Partisi’nin bu yılın Ekim ayında kamuoyuna yaptığı “Cep­heleşme Çağrısı”, kısa erimli, taktiksel bir öneri olarak değil, Türkiye’de emekçi sınıfların bir dönemi kazanabilmesi için gerekli siyasal yaklaşımın ana hatlarını çizen bir metin olarak değerlendirilmelidir.

Bu metin, Türkiye Komünist Partisi’nin önümüzdeki dönemi yalnızca TKP’nin örgütsel ve siyasal hattından hareketle ele alıp, bu hat üzerinde müdaha­leler yapmayacağının ilanıdır. Geleceği ortak kaygı, ilke ve hedeflerle hare­ket eden ama farklı örgütsel ve siyasal konumlanışları temsil eden parti ve örgütlerle birlikte örme irade ve arayışı bu kararlılığın ürünüdür. TKP, bu arayışı karşılık bulsun bulmasın, örgütsel ve siyasal hattından daha geniş bir toplumsal mücadele kanalının oluşması için uygun zemin ve araçların yaratılmasını sağlayacaktır.

Partinin örgütsel ve siyasal hattını ikincil plana itmeyen, tersine onun önü­nü açan ve ona yeni devrimci unsurlar katan daha kapsamlı bir kanala du­yulan gereksinim bugünkü ülke koşullarında sermaye sınıfının saldırısının boyut ve şiddetiyle, sosyalizmin güçlü bir seçenek haline gelmesi için za­manın ciddi ölçülerde daralmasıyla, işçi sınıfının örgütsüzlüğünün geniş bir toplumsal kesimde kalıcı hasarlar yaratmaya başlamasıyla, Türkiye solunun kendi içinde enerji tüketmek yerine toplu bir çıkış gerçekleştirmesinin so­lun insan kaynaklarını yenileyici ve halkta sola dair zaman içinde oluşan kuşkuları azaltıcı bir etki yapacağının kesin olmasıyla açıklanabilir.

Bu çabalar sol içi bir diplomasiye indirgenemez. Türkiye’de, bugünki kara düzene tepki duyan, onu kabullenmeyen, ona karşı mücadele yolları arayan toplumsal kesimler arasında bağ kurulması, her yerellikte ve alanda güç­lü direnç odaklarının yaratılması için derhal kollar sıvanmalıdır. Bu çabalar, solda değişik siyasi öznelerin ortak bir mücadele kültürü geliştirmelerini de kolaylaştıracaktır.

4.6 Kürt sorunu ve cepheleşme

Cepheleşmeye temel olarak ortaya koyduğumuz parçalı dinamiklerin be­lirleyici niteliği, yeni düzenin onları eritme ve kuşatarak boğma, uzlaşmaya zorlama olanaklarının zayıflığıdır. Burada nedenler ikilidir. Bir taraftan, yeni yapılanmanın ideolojik ve toplumsal belirlenimleri bu açıdan kısıtlar yarat­makta, somut olarak AKP, daha genel olarak onun yeni düzeni toplumdaki kimi parçasal tepkileri soğurmakta çok başarısız olmakta, hatta bu tepkilere ek bir enerji kazandırmaktadır.

Diğer taraftan, andığımız parçasal sorunlar, hem tarihsel arka planları ve ifade ettikleri “birikimler” nedeniyle hem de içeriklerinin kaçınılmaz olarak ima ettiği radikalizmle uzlaştırma çabalarına ve her türlü kuşatmaya diren­mektedir. Bunlar içinde kendi sahasını daha geniş, daha belirgin ve daha ayrışmış bir biçimde çizmiş olan Kürt dinamiğidir.

Kürt dinamiğinin yeni düzen tarafından kuşatılıp eritilmesi, zamanla bütü­nüyle entegre edilmesi mümkün görünmüyor. Öte yandan, bu dinamiğin diğer toplumsal muhalefet öğelerinden bir farkı vardır. Kürt dinamiği kendi karşıtlık alanı içinde kendi çözümünü oluşturma, bugün büyük ölçüde par­çası olduğu toplumsal muhalefetten ayrışma potansiyeline sahiptir.

Bu durum, hem zorlu bir göreve eşlik eden büyük bir olanaktır, hem de solda ciddi yalpalamalara ve yanılgılara kapı açan bir sorundur.

Şunu açıkça söylemek gerekir ki, Kürt dinamiği andığımız tablodan öyle ya da böyle eksildiğinde, çıkış yolu kararmaktadır. Kürt dinamiğinin kendi yo­lunu bulması, AKP’nin yeni düzeni için oldukça yıkıcı bir gelişme olacak ama ülkemizin devrimci dinamikleri bütünlüğünde aynı ölçüde ilerletici olma­yacaktır.

Buradaki olumsuz olasılık Kürt dinamiğini uzlaşmaya zorlayamayan, onu soğurup yutamayan yapının kendisinin bir uzlaşmaya, bir ehven-i şere zor­lanmasıdır.

Bunun Kürt sorunu açısından, Kürt halkı açısından ne anlama geleceği, yeni düzeni uzlaşmaya zorlayan bir Kürt unsurunun kendisinin de ne şekilde tör­pülenmeye zorlanacağı bir yana, böylesi bir gelişme ülkemizin ve bölgenin devrimci dinamikleri açısından sadece bir eksilme olarak görülebilir.

Burada büyük bir sorun ve ciddi bir soru vardır.

Bu sorunun nasıl çözüleceği ve sorunun yanıtının ne olduğu hakkında tüm veriler birikmiş değildir.

Kürt sorununun geleceği ve andığımız cepheleşme içinde alacağı yer ancak yeni verileri yaratacak bir sürecin örülmesiyle belirginleşecektir.

Başka toplumsal – sınıfsal öznelerin güç kazanması, kendilerini belirgin­leştirmeleri ve cepheleşme süreci içinde toparlanmaları, Kürt dinamiğinin cepheleşme sürecine nasıl yanıt vereceğini de belirleyecektir.

4.7 Savunmacı stratejilerin geçersizleşmesi

Siyasal görevlerimizden söz ederken altını çizmemiz gereken önemli bir ge­nel sonuç, mücadelenin içeriğini ve yoğunluğunu olduğu kadar psikolojik zeminini de belirleyecektir.

Karşılamaya, direnmeye, engel olmaya ve durdurmaya indirgenmiş bir mü­cadele yeni düzene hak ettiği yanıtın verilmesini sağlamayacaktır.

Bir şeyleri savunarak, korumaya çalışarak yol almak artık imkansızdır. İleri atılmak, AKP’nin sadece bir temsilcisi olduğu yeni düzenin karşısına dev­rimci bir dönüşümü koymak zorunludur.

 

5. Türkiye Komünist Partisi: Siyasal görevler doğrultusunda örgütsel yeniden yapılanma

5.1 Parti örgütünü dönüştürmenin anlamı

90. yılında solun direngen ve ilkeli oluşumlarına ve yüzünü sola dönen top­lumsal kesimlere “Cepheleşme Çağrısı” yapması, başka şeyler bir yana, Tür­kiye Komünist Partisi’nin Türkiye’ye yalnızca kendi penceresinden bakma­dığının kanıtıdır. Parti, sınıf mücadelesini kendi öznelliğine hapsetmeyecek gelişkinliğe ulaşmıştır.

Öte yandan TKP’nin “Cepheleşme Çağrısı”nı kendi görev ve sorumluluklarını ertelemek için bir bahaneye dönüştürmeyeceği de açık olmalıdır. Çağrının nasıl bir somutlukta karşılık bulacağı şimdilik belli olmadığı gibi, TKP’nin var oluş nedenlerini “cepheleşme”ye indirgemesi de söz konusu değildir. Kaldı ki, bir siyasi parti olarak TKP, Türkiye solunun hamle yapmasının TKP’nin kendi programatik hedefleri doğrultusunda yol almasına da bağlı olduğu düşüncesiyle hareket etmektedir.

Bu nedenle, Türkiye Komünist Partisi’nin güçlendirilmesine ilişkin çabalar önümüzdeki dönem yoğunlaşacaktır.

Parti, devrimci karakterine yakışır bir biçimde, örgütsel yapısını siyasal he­defleri doğrultusunda sürekli gözden geçirmekte, kurumsallaşma ihtiyacı ile işlevsellik arasındaki dengenin bozulmaması için çaba harcamaktadır. Bu bağlamda, son yıllarda parti örgütünün bizzat kendisine dönük ardı ardına gelen müdahaleler, hem iddialı toplumsallaşma hedeflerine ulaşmakta ya­şanan zorlukları aşmak hem de tarihsel misyonlara sadakati korumak kay­gısıyla açıklanmalıdır.

Müdahalelerin her biri, hedef-sonuç ilişkisi açısından deneyselci bir yan taşısa da, toplumsallaşma hedefine kilitlenmenin temel gündem haline geldiği ve statükoculuğun kırılması konusunda kararlılığın ilan edildiği 2005 sonrasında yapılan düzenlemeler belirli bir doğrultu tutarlılığına sahip ol­muşlardır.

Bütün bu süreçte mutlak başarıdan söz edilemeyeceği açıktır. Ancak Tür­kiye Komünist Partisi bugün oldukça zorlu tarihsel koşullarda ileriye doğru bakma cesareti gösteriyor, yaratıcı siyasal üretim bu cesarete eşlik ediyor­sa, bunda parti yapılanmasına müdahalelerin payı önemsenmelidir. Ko­nuyla ilgili merkezi belgelerde, gerçekleştirdiğimiz konferans ve kongreler­de işaret edildiği gibi partinin dönüşümü bir defaya mahsus bir hamleyle değil, günün gereksinimlerine yeniden ve yeniden uyarlanmış kesintisiz bir süreçle hayata geçebilirdi. Bugün bu sürecin ileri evrelerinde olduğumuzu söyleyebiliriz.

5.2 Gençleştirme neyi hedefledi, hangi noktadayız?

Dönüşümün belli bir aşamasında baskın bir biçimde gündeme gelen “genç­leştirme”, (partinin merkezi kurullarına daha fazla genç yoldaşımızın seçil­mesine indirgendiği sürece değerinden yitiren) bir temel düstur olmaya devam ediyor.

Gençleştirme vurgusu, her şeyden önce Türkiye Komünist Partisi’nin yeni kadrolar yetiştirme sıkıntısının bertaraf edilmesi konusundaki kararlılı­ğın ifadesidir. Kurucu kadroların ve onlarla birlikte partiyi bugüne taşıyan komünistlerin bir atılıma imza atacak yeni kadrolarla takviyesi ve giderek onlarla yer değiştirmesi, kendi haline bırakılamayacak kadar yaşamsal bir sorundu ve hâlâ öyle…

Hiç kuşkusuz yeni devrimci kuşaklar iradi kararlarla ortaya çıkmazlar. Bu­nunla birlikte bir komünist partisi, genç üyelerinin atak, yaratıcı ve do­nanımlı devrimciler haline gelmesini yalnızca bir eğitim başlığı olarak ele alamaz. Parti güvenerek, boşluk yaratarak, inisiyatif tanıyarak da geliştirir. Bu anlamda son yıllardaki deneyim, ortaya çıkan bazı yetersizliklere kar­şın, partinin hemen her kademede genç yoldaşlara daha fazla sorumluluk verme kararının ne denli isabetli olduğunu göstermektedir. Yetersizliklerin önemli bölümü, gençlere daha fazla sorumluluk verilmesinin ötesinde, parti toplamında ve herkesi kapsayarak kendini hissettirmektedir. Bu bağlamda, partide yeni yaş kuşaklarında büyük oranda Türkiye ve dünya nesnelliğinin ürünü olan zayıflıkları asla hafife almadan, her dönemin kadrolarında farklı sıkıntılarının olabileceğini bilmek ve konuyu kuşaklar arasında bir karşılaş­tırmaya çekmemek gerekir. Gençleşme bunun ötesine geçen bir hedeftir ve hemen yukarıda altı çizildiği gibi, her şeyden önce kadrolaşma dinamikleri­ni güçlendirmeye dönük bir arayış olarak okunmalıdır.

Partimiz buna ek olarak, gençleşme sloganına tarihsel bir açıklık da getir­miştir: Dünyada önemli devrimci dönüşümlere hep genç kadroların imza atmış olması, insan yaşamının hem biyolojik hem de kapitalizm tarafından biçimlendirilmeye devam eden toplumsal özelliklerine denk düşen bir olgu­dur. Türkiye’de ve dünyada komünist geleneğin bu olguyu bir kenara koya­rak “deneyim” ve “bilgi”yi tek referans olarak kabul etmesinin ağır maliyet­leri olduğu hatırlanmalıdır.

TKP bu yanlışa düşmemeyi becermiştir. Nüfusunun önemli bölümü gençler­den oluşan bir ülkede, edilgen değil siyaseten faal yeni kuşaklar arayışında olan bir parti için ne kadar büyük bir saçmalık olurdu bu…

Aynı doğrultuda devam ediyoruz.

TKP, geriye dönüşsüz bir biçimde, önderlik mekanizmalarını ve kadro kay­naklarını harmanlamıştır. Yıllar önce nasıl farklı örgütsel geleneklerden ge­len komünistleri ortak program ve ilkeler etrafında yan yana getirip, köken tartışmasını bir daha dirilmemek üzere toprağa gömdüysek, şimdi de “ku­şak” meselesini bir kenara koyuyor ve söz konusu harmanlama işleminin yarattığı dinamizmden yararlanarak partiyi daha üretken ve gelişkin bir kadro yapısına dayandırmak için kolları sıvıyoruz.

5.3 Kolektif kültürden ne anlıyoruz?

Türkiye Komünist Partisi’nin dönüşümüne, parti yaşamına kolektif bir kül­türün egemen olmasına ilişkin güçlü bir irade beyanı içerilmiştir. Merke­ziyetçiliğin öncülük misyonu açısından vazgeçilmezliğini vurgulayan, karar alma süreçlerine ilişkin her tür belirsizliği ortadan kaldırmaya çalışan ve hi­yerarşik bir yapılanmanın önemini hiç gocunmadan kabullenen bir partinin katılım mekanizmalarını sürekli güçlendirmeye ve tek adamcılığı her kade­mede bertaraf etmeye çalışması bir denge arayışının ya da merkeziyetçili­ğin kaçınılmaz olumsuzluklarını giderme çabasının ürünü değildir. Tersine, merkeziyetçilik ve gelişkin disiplin anlayışı ancak kendini parti merkezinin parçası sayan, donanımlı ve kolektif kültürü içselleştirmiş parti üyeleriyle mümkündür. Zaten birimlerden başlayarak partinin merkezi kurullarına va­rıncaya kadar bütün kademelerde görev, hak ve yetkilerin, iyi niyetle de olsa, kurullarda değil kişilerde toplanmasının kaynağında merkeziyetçilikten çok, siyasetin doğasında olan bazı açmazların olduğu açıktır. TKP, hayallere kapılmadan, söz konusu açmazların olumsuz etkilerini mümkün olduğunca azaltmaya, en azından kontrol altına almaya kararlıdır.

Partinin hızını, etkinliğini ve birliğini tehdit edecek kof bir demokratizme hiçbir biçimde geçit vermeksizin partiyi tüm üyelerin, kurulları tüm kurul bileşenlerinin ortak sorumluluğuyla çalıştırma ilkesi esas alınmaktadır. Öne çıkanlar, daha fazla katkı koyanlar, üretim ve ataklıklarıyla bulundukları nok­tada belirleyici olanlar, önderlik vasıflarını yoldaşlarıyla ilişkilerde de yapıcı bir biçimde sergileyenler çıkacaktır, çıkmalıdır da... Bununla birlikte, Türkiye Komünist Partisi, kişilerin değil, yapılanların ve sorumlulukların tayin edici olduğu bir partiye dönüşmektedir.

Öte yandan 2007 Konferansı’nda açık bir biçimde eleştirilen belli bir yö­neticilik tarzının partide kendini yeniden ürettiğini kabul etmek durumun­dayız. Siyasal canlılığı ve üretkenliği, alanda öncülüğü, dayanışma ve yar­dımlaşmayı, kadrolaşmanın sürekliliğini temel almayan tutumlar ne Türkiye Komünist Partisi’ne yakışır, ne de bugünün Türkiye’sinde ihtiyaç duyulan mücadelede bunlara yer vardır.

Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi, 90. yılında parti yaşamını dönüş­türmek konusunda yeni bir hamle yaparken, söz konusu tarzın bütünüyle ortadan kaldırılmasını hedeflemekte ve taahhüt etmektedir.

5.4 Kolektif önderliğin yeniden yapılandırılması

Partinin kolektif önderliğinin yeniden yapılandırılması partinin dönüşüm sürecinin her zaman en kritik halklarından biri olarak ele alındı. Partinin büyümesi sonucu ortaya çıkan örgütsel ihtiyaçlar ve belirlenen hedeflerin gereksindiği siyasal üretimin karşılanmasındaki güçlükler nedeniyle uzunca bir süre Merkez Komite Sekretaryası adıyla sorumluluk üstlenen üç yoldaşı­mızda somutlanan kolektif önderliğin genişletilmesi yakıcı bir görev haline gelmişti.

2009 yılında toplanan 9. Kongre’de bu doğrultuda radikal bir adım atılmış ve partinin önderlik mekanizmalarının yenilenmesi açısından bir geçiş süre­ci tanımlanmıştı. Kongreden bu yana partinin kolektif önderliğini üstlenen Siyasi Büro, dönemin ihtiyaç duyduğu önderlik tarzına ilişkin kapsamlı bir tartışmayı kendi içinde sürdürdü, ulaştığı sonuçları Merkez Komite ile pay­laştı.

Temel sonuç, dönemin devrimci görevlerinin ancak Merkez Komite’yi bir bütün olarak ileriye çekerek yerine getirilebileceği gerçeğidir. Bu bağlamda, kolektif önderlik işlevini onun içinde bir başka iç kurulun değil doğrudan Merkez Komite’nin üstlenmesi yolunda adımlar atılmış, sürecin bütünü ve parti içi yaşam açısından önemi konusunda partiye ve kamuoyuna ayrıntılı bir açıklama yapılması ve konunun parti tüzüğüyle ilgili boyutlarının önü­müzdeki kongrede bağlanması kararlaştırılmıştır.

Önümüzdeki süreçte MK, kendi içinde işbölümünü yetkinleştirmek, komite çalışmalarını daha verimli hale getirmek için oluşturulan kurul ya da büroları komitenin iç gündemi olarak değerlendirecek, partiye ve kamuoyuna yalnızca Merkez Komite olarak ya da Merkez Komite adına seslenecektir.

Partinin kolektif önderliğinin Merkez Komite’de vücut bulmasına, komitenin bir bütün olarak ve tek tek komite bileşenlerinin daha da yetkinleşmesi eşlik etmelidir. Merkez Komite, bu bağlamda hemen şu anda yapılması gereken­leri ertelemeksizin, önümüzdeki kongre öncesinin çok iyi değerlendirilmesi gerektiğinin bilincindedir.

5.5 Partinin büyümesi ile kadrolaşma arasındaki ilişki

Partinin büyüme hedefi ile kadro standartlarının karşı karşıya konması sürekli karşılaştığımız sıkıntılardan biri olmaya devam ediyor. Büyümenin kadro standartlarını geriye çekeceğini düşünenler kanıt olarak partiye katılan yeni üyelerde sıklıkla ve doğal olarak gözlenen ideolojik ve siyasal yetersizlikleri gösteriyorlar.

Parti üyelerinin ideolojik ve siyasal yetersizlikleri yeni üyelerde daha sık karşılaşılan ama onlarla sınırlı olmayan bir sorun olarak çözüm bekliyor. An­cak 70 milyonluk bir ülkede, son yıllarda yaşanan tarihi siyasal gelişmeler hesaba katıldığında, TKP gibi sağlam, gelişkin ve tutarlı bir teorik-siyasal hat­ta sahip olan bir partide büyümeye standartlar açısından çekince koymak yakışıksız bir tavırdır. Partimiz “hızlı büyüme”yle ilgili bir standart sorunu yaşamamaktadır, çünkü gerçekte hızlı değil, sakin bir tempoyla büyüme­ktedir.

Hiç kuşkusuz, parti içi eğitim, yetersiz olmanın ötesinde günün gereksin­imlerini karşılanmayan bir içerikten kurtarılmayı beklemektedir. Ne var ki konuyla ilgili asıl sorun, partinin geçmişten bugüne gelen kadro birikimi­nin büyüme perspektifi ile ilişkilendirilmesindeki başarısızlıktır. TKP’nin toplumsal temas yüzeyi en geniş ve büyümeyi en fazla dert edinen kesi­mi ideolojik ve siyasal açıdan en donanımlı kesimi değildir. Bir yere kadar anlayışla karşılanabilecek bir tablonun değişmesi için, parti içi yaşama yeni girdiler yapılması zorunlu hale gelmiştir.

Türkiye Komünist Partisi, iş ve yaşam koşulları giderek zorlaşan Türkiye işçi sınıfını bugünkü parti yaşamıyla örgütlü bir siyasal güce dönüştüremez. Bu nedenle, işçi sınıfının örgütlenmesine için yürütülecek yoğun siyasal faaliye­ti kolaylaştırıcı örgütsel düzenlemeler zaman yitirmeksizin gerçekleşmelidir. Toplumda direnç odakları yaratma hedefi ile de örtüşen bir biçimde, yüzünü daha fazla dışarıya dönen, yaşam ve iş koşulları nedeniyle partinin zaman zaman mekanik ve zorlayıcı olması kaçınılmaz olan örgütsel ritmine ayak uyduramayan parti üyelerinin verimlerinin artması ve siyasal kimlikleri­yle daha barışık hale gelmesi için zaman yitirmeksizin yeni düzenlemeler yapılması, zorunludur.

5.6 Etkili siyaset için gelişkin teori

TKP önümüzdeki dönemin yoğun ve zorlu siyasal pratiğini ancak kesinti­siz ve gelişkin bir teorik üretkenliğin taşıyabileceği gerçeğinden hareketle, bir süredir bu alanda gözlenen durgunluğa son vermek durumundadır. Geçmişten bugüne, zengin düşünsel kaynakları harekete geçirebilen bir partide bugünkü durgunluk kadrolaşma politikalarındaki yetersizliklerin yanı sıra, merkezi önceliklerinin belirlenmesinde zaman zaman güncel ihtiyaçların gereğinden fazla öne çıkmasıyla açıklanabilir. Dolayısıyla, TKP bir yandan örgütlenme, eğitim, istihdam gibi kritik unsurları barındıran kadrolaşma sorununu aşmak için önlem geliştirirken, partinin merkezi yapılanmasında teorik çalışmaya daha fazla yer açmanın yollarını aramaktadır.

Teorik yayınımızın kendini yenilemesi ve parti yaşamında alışılagelen merkezi ağırlığına bir kez daha kavuşması için yürütülen çalışmalar, bu çalışmaların da yönetilme sorumluluğunu üstlenen Marksist Leninist Araştırmalar Merkezi’nin (MLAM) kuruluşu, dünya komünist hareketinde yeni bir devrimci odak yaratılması doğrultusundaki girişimlerin parçası olarak başka partilerle birlikte ortak hazırlanan ICR (Uluslararası Komünist Dergi) bu kapsamda değerlendirilmeli ve önemsenmelidir.

Partimizin ideolojik mücadeledeki etkisini artırmaya dönük hazırlıklar (yayınlarımızın gözden geçirilmesi, kültür-sanat alanının yapılandırılması) da aynı başlık altında ele alınabilir.

5.7 Geleceğe güvenle bakıyoruz

Parti içi yaşamın, parti örgüt ve üyelerinin partinin siyasal görevleri için en uygun iç işleyiş ve işbölümüne kavuşacakları biçimde yeniden kurulması,

90. yılında Türkiye Komünist Partisi’nin devrimci iddialarının bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

TKP, eksiklik ve yetersizliklerini masaya yatırma gücünü, geleceğe taşıdığı mirasın zenginliğinden, tarihsel meşruiyetinden, programından, siyasal ilkelerinden ve sosyalizm mücadelesine bağlı kadrolarından almaktadır.

Tüm dostlar bilmelidir ki, Türkiye Komünist Partisi, 90. yılını daha büyük bir özgüvenle, yeni hamleler için gün sayarak ve emekçi insanlarımızın hiçbir biçimde hak etmediği karanlık Türkiye’nin sahiplerine dönük ölçüsüz bir öfkeyle kapatmaktadır.

 

İnsanlık boyun eğmeyecek, Türkiye devrim ve sosyalizmle mutlaka buluşacaktır.

Bu inanç ve özgüvenle, selam olsun Türkiye’nin ve dünyanın sosyalist geleceğine… 



İndir